Haber Hayat Dergisi Mayıs 2016, Haber Gazetesi
Mayıs bizim için,Çerkesler için hüzün ayıdır. Karadeniz en çok bize karadır…
Her mayıs ayı beni uzak çok uzaklara, çok uzun zaman önce yaşamış olduğumuz Kaf Dağı’nın ardında kalan hayata, peri masallarına eş tuttuğum çocukluk anılarıma alır götürür beni… Rahmetli amcamın bizim aile mührümüz, bizim atımız, damgamız diye güzel mutlu günlerde anlattığı, babamın dilinden düşürmediği anılar gelir gözlerimin önüne. … Dayım rahmetlinin masallarında hep atlar, atlılar, beyaz atlılar vardı…
Uzaklarda kalan insanlar yer alırdı. Anlayamazdım o zaman ki aklımla, sorardım; “Dayıcıyım başka masala geçsek” derdim, o gözlerini indirir, hafif bir buğulanma gözükür ve mahzun, masum halini takınır, o babacan adam daha bir heybetli görünüşe bürünürdü. İşte tam o zaman o anda beyaz atların üzerinde rüzgâr gibi geçip giden hep benim dayılarım olurdu. Ardından Kafkasya’dan gelmiş körüklü çizmeleri ile anlı şanlı düğünlerin baş kahramanı, giyim kuşamı süper, örnek insan, saygın insan enfes sesi ile Kuran-ı Kerim okuyan küçük dayım belirirdi uçsuz bucaksız kırlarda… Yabani güller ve daha sonra meyveleri popüler olan kuşburnu ve sarmaşık gülleri ile süslenmiş gelin taçlı mine beyaz çiçekli çayırlıklarda gider gelirdi, dönüşlü gidişlerdi o zamanlar… Kokuları gelirdi kırların yabani çiçeklerin mis mis meltem esintileri okşardı minicik yanaklarımın al al olduğunu o anda fark ederdim. … Hemen ardından annemim Kafkasya’dan gelen, kaçıncı kuşaktan kalan bilinmez gümüş düğmeleri, gümüş kemerleri, kürkleri benim olurdu… Kısacık bir süre göz açıp kapayıncaya kadar bez bebeklerimi uyuturdum, yarpuz, yemlik, çiğdem kokardı, salkım söğütler ve dut ağaçları altında… Gelin olurdu bebeğim yanında yakışıklı uzun ince boylu bir Kafkas delikanlısı, uyanırdım aniden bir sıçrama ile… Fakat Büyük Dayım ısrarla aynı masalı anlatırdı. Nesilden nesile, dilden dile muhtemelen dedelerinin geride bıraktığı asil, çevik kuvvetli, muhteşem yeleleri olan atlara takılı kalmış olurdu… Nereden bilebilirdim ki o zamanlar çocuktum. Aklım oyundaydı…Dayım ile zaman geçirmekteydi… Çocuk mu kalsaydık? Olmuyor işte büyüyorsunuz, büyüdükçe anlıyorsunuz sizden önceki nesillerin çektiği zulmü, çileyi anlıyorsunuz… O çocuk hayalleriniz kararıyor bir anda kızıla boyanıyor tozpembe dünyanız…
Neydi günahları; büyük büyük büyük dedelerimizin ve ninelerimizin ben olmaktan, kişiliğinden örf ve adetlerden geleneklerden, inancından, adından vazgeçmemesi miydi? Hep düşünürüm, söylenenin aksine biz savaşçı olduğumuz kadar barışsever bir milletiz. Sulhu severiz, düzeni, saygıyı severiz, aklı, mantığı severiz, hatta sevme ihtimalini bile severiz. Ta ki benliğimize ve kişiliğimize, yaşantımıza, kutsalımıza namahrem eli değinceye kadar… O zaman işte o zaman yakarız limanları, akordeonlarımızdan çıkan nağmeler bile kararır, giysiler kararır, yüzler, gözler, eller, fırtınaya dönüşür. Annelerimiz kuğu boynunu kaldırır uzun ince elleri ile ve incecik belleri ile salınır çeker restini, “yeter yeter’’ dedi mi biter artık hayatlar… Ya yeni bir hayat ya da ölüm fermanı gelmiştir... düşüncelere…
‘’Bir gemi kalkar Batum’dan
Soçi’den, Adler’den Poti’den
Hüsran acı elem keder yüklü
Umutlar vardı Elbruz dağlarını aşkın
Hayaller vardı Nogay Bozkırlarını dolduracak
Aşklar vardı kucak kucak dünden bugüne
kalacak
Önce martılar havalandı çığlık çığlığa
Yıldızlar indiler gökten mateme
Ay katıldı bütün gücüyle küskünlüğe
Yakamozlar sustular suskunluğa
Karabataklar kararmışlardı
Bütün renkler silinmiş
Zifiri karanlıklar kaplamıştı
Bir ana yüreği dağlanmış
İri yeşil gözlerle bakıyor gerilere
Göğsündeki imanı dayanak
Asaleti eteklerini dolduracak
Güzel siması yine mağrur
Yine vakarlı duruşu
Kızıla boyanmıştı Karadeniz
Alkanlar akmıştı
Kuban Nehri deliliğinde çılgınlığında
Hasretler bırakıldı sılada
Kimi yarini
Kimi ciğerparesini
Kimi gülünü
Kimi kaşenini
Kimi ana babasını kodu
Meçhulden meçhule
Düştü yaktı kavurdu ateş
Acılar anlatılamayacak
İşkenceler unutulamayacak
Takamazdı esaret zincirini
İncecik kuğu boynuna
Takmadı geriye dönüp bakmadı
Onların olsun
Mal mülk saltanat
Taht taç onların olsun
Bahtının sürüklediği yerdeydi şimdi
Sevgiye sevdaya
Güvene barışa huzura
Yelken açmıştı kara gemi
Varna Burgaz Köstence
Mendiller kara
Martılar kara
Karanfiller güller kara
Leylaklar laleler kara
Kırmızıya döndü sonra
Utancından yer gök
Gelincikler kırmızı
Gökyüzü kan kırmızı
Gözyaşları ateş kırmızısı
Alınlar ak mingi tav karları aklığında
İmanlar göğüslerinde asalet eteklerinde
Bin bir umutlarla hayal kırıklıkları ile
Geldiler sana Anadolu aç bağrını Anadolu
Bırakılarak Kafdağı’nın ardında Kafkasya
Bir nağme yollamak geçer içimden
O da gelmez elimden
Bahtı Kara Kafkasya…’’ (Şiir, Necmiye Çakıcı Sarpkaya)
Mayıs bizim için, Çerkesler için hüzün ayıdır. Hırçın Karadeniz en çok bize karadır… Azgın dalgaları ne çok masum insanımıza mezar oldu sessizliğe gömüldük, umutlarımızı, hayallerimizi, sevdiklerimizi, vatanımızı terk etmek zorunda kaldık… Ne yapacağımız yolculuktan ne de varacağımız topraklardan haberimiz vardı… Milyonlarımız açlıktan, susuzluktan, sefaletten, hastalıktan can verdi... Son istek, son dilek vuslat ebediyete, hesaplaşma o korkunç gün, mahşer gününe kaldı…
Geçmiş acıların unutulmaması, tekrar yaşanmaması, yaşananlardan ders alınması için gelecek nesillere aktarılması dileğimle, şehitlerimizi, atalarımızı saygı, minnet ve rahmetle anıyorum…